22 Mart Dünya Su Günü dolayısıyla Nilüfer Kent Konseyi Kırsal Alan Çalışma Grubu bir basın açıklaması düzenledi. Nilüfer Kent Konseyi’nde gerçekleşen basın açıklamasını Kırsal Alan Çalışma Grubu Başkanı Emre Karagöz okudu.
SU HAKTIR!
Ekolojik kriz hayatımızı her geçen gün daha şiddetli bir biçimde etkiliyor. Su meselesi ise bu krizin şüphesiz en önemli bileşenlerinden biri. Zira su gezegendeki tüm canlılar ve yaşam alanları için eşit oranda vazgeçilemez ve yeri doldurulamaz bir varlık. Yoğun su ve enerji kullanımına dayalı üretim ve tüketim pratikleri dünyanın her yerinde doğa ve su kaynaklarını hızla kirleterek tüketiyor.
Yoğun sulama gerektirmeyen geçimlik ya da geleneksel tarımdan büyük miktarda su isteyen endüstriyel tarıma geçiliyor. Endüstriyel tarım sadece yoğun su değil, aynı zamanda büyük oranlarda kimyasal gübre ve ilaç kullanımını da beraberinde getiriyor. Sadece bu tarımsal faaliyetler değil, kentsel ve endüstriyel kullanım sonucunda da kirlenen su ve toprak, insanlar kadar diğer canlıların da yaşam alanlarının daralması ve kirlenmesi anlamına geliyor.
Doğayı yok eden her faaliyet, doğrudan ya da dolaylı olarak insanı da yok ediyor. Bugün dünyada 1,4 milyar insan temiz suya erişemiyor. Üstelik 2032 yılında dünya nüfusunun yarısının suya erişimde ciddi sıkıntı çekeceği ön görülüyor. Mesele elbette suyun yetersiz olması değil. Zira dünyada her canlının ihtiyacına cevap verecek temiz su mevcut. Esas sorun hem temiz su kaynaklarının haksız paylaşımı, hem de bunların kendini yenileme kapasitesinin çok üstünde kullanımıdır. Küresel sermaye eliyle bu durum giderek şiddetlenip tüm dünyayı etkisi altına almaya başlamamıştır.
Su hakkı ayrımsız şekilde her insanın ve canlının sağlıklı bir biçimde yaşamını sürdürmesi için yeterli miktarda temiz suya erişmesi demektir. Yaşam hakkının ticareti yapılamaz, bu hak alınıp satılamaz, parası olmadığı için ya da başka nedenlerle kimse bu haktan mahrum bırakılamaz.
Su hakkını korumaya yönelik en önemli sosyal hareket 1999’da Bolivya’da ortaya çıktı. Bolivya’da su hizmetlerinin özelleştirilmesi ile başlayan süreç su hakkı kavramının somutlaşmasında dünyada bir milat sayılabilir. Kentin su hizmetlerinin özelleştirmesinin sonucunda su fiyatları önemli ölçüde arttı. Hatta su şirketi halkın topladığı yağmur suyuna bile gözünü dikerek, o suyun bile kendisine ait olduğunu iddia etti. Buna bir tepki olarak ortaya çıkan toplumsal hareket ise hükümetin devrilmesine giden bir süreci başlattı. Ayrıca hareketinin bir kazanımı olarak, 2009 Bolivya Anayasası’nına şöyle bir madde eklendi: “Herkes evrensel nitelikteki su hizmetlerine eşit olarak sahip olmalıdır. Suya erişim bir insan hakkıdır, imtiyaz veya özelleştirme konusu olamaz”
Maalesef devletlerin su kriziyle mücadelede sıklıkla benimsediği yol, artan su ve enerji talebini sorgusuz sualsiz karşılamak. Bu çözüm anlayışı Birlemiş Milletler (BM), Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası kuruluşları ile tüm dünyaya yayılıp, hakim kılınıyor. Kapitalist mantıkla suyun ticari bir meta olarak gören ve işleten bu mantık suyun en temel insani bir hak olduğunu gözden kaçırıyor!
Su kaynakları ve hizmetlerinin özelleştirilmesi bazı gelişmiş ülkelerde 1970’lerde başlarken, 1990’lardan itibaren tüm dünyaya yayılmaya başladı. Su satarak kâr eden şirketler su tasarrufunu değil, tüketimini teşvik ettiği için, su kaynakları daha hızlı kirlenip, tükeniyor. Suya doğrudan bağımlı olan kırsal kesim göç etmek zorunda kalırken, ekosistemlerde büyük yıkımlar yaşanıyor.
Musluk suyunu şişeleyerek binlerce kat daha pahalı satan su şirketleri kısa sürede sermayelerini artırıp, gücüne güç katıyorlar. ‘İçilebilir su’ etiketiyle satılan pet şişe suları yoğun karbon ayak izleriyle su kaynaklarını kirletiyor. Suyu kalkınma, büyüme ve güvenlik gibi ulusal çıkarların hayata geçirilmesinde bir araç olarak gören devletler de su kaynaklarının yönünü değiştirme, enerji kaynağı olarak kullanma ve hatta hegemonya kurma gibi uygulamalarda bulunuyor. Suyun üzerinde hegomonya kurmayı barajlar, HES’ler, madenler ve su kanalları gibi projelerle hayata geçiriyorlar. Bu projeler doğa-kültür miraslarının yok oluşundan, büyük göçlere, ekolojik yıkımlardan depremlere çeşitli sosyal-ekolojik sorunlara neden oluyor.
Ülke olarak sanıldığının aksine su zengini bir ülke değiliz. Taze su kaynakları açısından ve kişi başına düşen kullanılabilir su oranıyla ortalama bir değere sahip iken 2030 yılında su fakiri bir ülke konumuna geleceğiz. Tarım ve sanayi bugün sahip olduğumuz suların %85 ini tüketiyor. Kalan % 15 ise yaşamsal gereksinimimiz için biz insanların kullanımına sunulmuş durumda. Şirketler için ticarileştirilen su kaynakları insanlar kadar doğanın da hakkı. Günümüzde memleketin her bir bölgesinde mantar gibi üreyen HES’ler doğanın da gereksinimi olan suyu onların elinden alıyor.
Bugün 22 Mart Dünya Su Gününde suyun ticarileştirme ve özelleştirme yoluyla korunamayacağını, bilakis hızla kirlenerek tükeneceğini ve bundan da en fazla yoksul kesimin etkileneceğini tekrar dile getiriyoruz. Bugün yaşadığımız kentte, Nilüfer’de maden ocaklarından dolayı yer altı sularımız kayboluyor, akarsulara bırakılan sanayi atıkları zehir saçıyor. Bunlar yetmiyormuş gibi akarsularımızın, barajlarımızın ortasına, Kayapa’ya katı atık tesisi planlanıyor. Bunlara kesinlikle izin vermiyoruz. Su haktır diyoruz ve suyun bir kar aracı olmadığını, su kaynaklarının ve hizmetlerinin ticari bir metaya çevrilemeyeceğini ve özelleştirilemeyeceğini savunuyoruz. Su herkesin ve her canlının yaşam hakkıdır, çünkü su olmadan yaşam da olmaz. Suya erişim hak olduğuna göre, bu hak parayla satılamaz. Dünyada sosyal adaletten ve barıştan söz edebilmek için suyun ticarileşmesine, en temel hakkımız olduğu için karşı durmalıyız.
Nilüfer Kent Konseyi
Kırsal Alan Grubu